Bir Oryantalistin Gözüyle 18. Yüzyıl Osmanlı Cezayir’i (I) İddialar

0

Batılı seyyah, elçi, din adamı gibi zevatın Osmanlı/İslam coğrafyası hakkında yazmış oldukları ve birbiri ardına Türkçeye de kazandırılmak suretiyle daha geniş kitlelere ulaşmaya başlayan pek çok seyahatname/hatırat mevcut. Bu metinlerin “bizim insanımız” tarafından değerlendirilmesinde çoğunlukla iki uç görüş göze çarpıyor: Batılının, bilimsel ve tarafsız yazdığı varsayımıyla sorgusuz kabul ile bir oryantalistin asla doğru ve tarafsız yazamayacağı varsayımıyla sorgusuz ret. Bu noktada doğru tavır şüphesiz temkinli bir okuma ve kendi kaynaklarımız ile kıyas olmalıdır. Biz, iki bölümden oluşmasını planladığımız bu yazımızın ilk bölümünde, İngiliz bir seyyah ve din adamı olan Thomas Shaw’ın Osmanlı Cezayir’i hakkındaki bazı görüşlerini aktaracak; kısa bir süre sonra yazmayı planladığımız, bu çalışmanın devamı niteliğindeki ikinci bölümde ise bu görüşleri, dönemi anlatan “kendi kaynaklarımız” üzerinden doğrulamaya/yalanlamaya çalışacağız.

Thomas Shaw, Britanya’nın Kendal-Westmorland bölgesinde 1692’de doğdu. İlköğreniminin ardından 1711’de Oxford’da Queen’s College’a kaydoldu ve buradan 1716’da lisans, 1719’da da yüksek lisans derecelerini aldı. Aynı yıl din adamlığı yolunu seçti ve 1720’de Cezayir’deki İngiliz fabrikasına papaz/vaiz olarak atandı. 13 yıl boyunca sürdürdüğü görevi esnasında Mısır, Suriye, Kudüs, Ürdün ve Tunus’a seyahatler yaptı. 1733 yılında İngiltere’ye dönen ve aynı yıl ilahiyat alanında doktor unvanını da alan yazar, “Travels, or Observations, Relating to Several Parts of Barbary and The Levant” adlı eserini 1738 yılında yayınladı. Thomas Shaw 1751 yılında öldü (St. John, 1838, 19-52).

Travels, or Observations, yazarın gezdiği diyarların fiziki-beşeri coğrafyaları, bitki ve hayvan çeşitlilikleri, yönetim şekilleri, orduları, yeraltı-yerüstü kaynakları, eğitim ve kültür durumları gibi pek çok alanda izlenimlerini aktardığı bir eserdir. Yazar –oryantalist bakış açısının yansıması olarak- kendisine ilginç ve gizemli görünen batıl inançlar, bitki ve hayvanlar gibi konulara geniş yer ayırırken, eğitim, kültür gibi konuları oldukça sathî ve taraflı olarak aktarmaktadır. Bu yazımızda yer yer kısa notlar eşliğinde aktaracağımız görüşlerini, sonraki yazımızda dönemin Osmanlı tarih ve arşiv kaynakları üzerinden değerlendirmeye çalışacağız. Konu başlıkları, köşeli parantez içerisindeki kısımlar ve tercümede olabilecek hatalar tarafımıza aittir.

Eğitim

“Müslümanlar arasında bilimler ve sanatlar uzun bir zamandır olduğu gibi geri durumdadır. Birkaç yüzyıl önce bütünüyle hâkimi oldukları felsefe, matematik, fizik ve tıp hâlihazırda çok az bilinmekte ve ilgilenilmekte. Arapların yerleşik olmayan, huzursuz yaşam şartları… … her biri öğrenmeye/ilme teşvik eden özgürlük, sükûnet ve güvenlik gibi unsurların gelişmesine manidir. Türkler ise, ticaret ve servet arttırma peşinde olduklarından ilim ve sanat ilgi alanları dışındadır. Bana pek çok kez, Hristiyanların tahsil ve teori/nazariye gibi boş zaman eğlencelerinden nasıl zevk aldıklarına ve bunlara nasıl vakit ayırabildiklerine şaşırdıklarını söylediler” (Shaw, 1808, 353-354).

“Bedeviler hiç eğitim görmezken Türk ve Mağripli çocuklar 6 yaşında iken, okuma yazma öğrenip derslerini hep birlikte tekrar ettikleri okullara gönderilirler. Kağıt kullanmazlar. Her çocuğun yazıp sildiği bir tahtası vardır” (Shaw, 1808, 354).

“Bu [eğitim gördüğü] alanlarda başarı elde eden çocuğa görkemli bir kıyafet giydirilip süslenmiş bir at üzerinde geçit yaptırılır. Bu esnada sokaklarda kendisini takip eden okul arkadaşları tarafından alkışlarla eşlik edilen çocuğa hediyeler sunmak ve ailesini tebrik etmek için akrabaları da bir araya gelirler” (Shaw, 1808, 354-355). [Burada bahsedilen tören, “Âmin Alayı / Bed-i Besmele Cemiyeti” denilen Osmanlı dönemi âdetini andırmaktaysa da, Âmin Alayı çocuğun okula başlaması esnasında daha ziyade teşvik amacı ile yapılmaktaydı.]

“Üç ya da dört yıl istihdam edildikten sonra ticarete yahut orduya yönelen çocukların, sancaktarlar ve vergi toplayıcıları gibi bazı istisnalar hariç, öğrendiklerini muhafaza edenleri çok azdır” (Shaw, 1808, 355) [Yazarın Sıbyan Mektebi’ne karşılık gelecek bir eğitimi tasvir ettikten sonra başka hiçbir eğitim kurumundan (medreseden) bahsetmemesi düşündürücüdür. Sebep bilinçli bir saptırma yahut bilgi noksanlığı değilse, “üç ya da dört yıl” diyerek Sıbyan Mektebi ve medreseyi bir arada tasavvur ediyor olabilir.]

“Kur’an ve üzerine yapılmış bazı yorumları hariç tutarsak, çok az sayıda kitap, çalışma ve tefekkür için vakti olan çok az kişi tarafından okunur. Bir zamanlar kendi icatları [telifleri]olan yahut dillerine aktardıkları ilmi çeşitlilik, günümüzde birkaç acemi coğrafya eserine veya kendi dönemlerini anlatan bazı tutanaklara (?) indirgenmiştir. Cezayir’e gelişimden itibaren bilgili ve meraklı kişilerle tanışmayı kendime görev edindim. Yabancılar karşısındaki çekingenliklerinden ve Hristiyanlara karşı sahip oldukları özel bir hor görme/nefretten dolayı bu oldukça zor olsa da, baş astronom ile tanıştım. Namaz saatlerini düzenleme ve denetlemekle görevli bu kişinin bir güneş saati tasarlayacak kadar trigonometri bilgisi yoktu. Cezayir ve Tunus korsanları tarafından uygulanan bütün gemicilik (seyr ü sefer) tekniği, bir çizelgenin iğnelenmesi ve pusulanın sekiz ana noktasını ayırt etmekten (yönleri tespit etmekten) ibarettir. Daha önce bu insanların en sevdiği ilim olan kimya bile gülsuyu hazırlamaktan daha fazlası değildir. Tabipleri arasında Ebû Bekir er-Râzî (313/925), İbn Rüşd (595/1198) veya vatandaşlarının diğerlerinden haberdar olanıyla sohbet edişim (rastlayışım) çok nadirdir. Doioscorides’in İspanyolca baskısı çokça incelenmişse de bitki ve hayvan çizimlerine açıklamalardan daha fazla bakılmıştır. Dayı’nın tabibi bir keresinde bana, Hristiyanların Boo-kratt [Hipokrat] gibi bir yazarı olup olmadığını sordu ve onun ilk Arap filozofu ve doktoru olup, İbn-i Sînâ’dan (428/1037) biraz önce yaşadığını söyledi” (Shaw, 1808, 355-356).

“Bu ülkede eğitim ve öğretimin bu genel hesabından sonra, teorik veya pratik bilginin herhangi bir dalının bir sanat veya bilim olarak düzgün bir şekilde çalışılması beklenemez. Gerçekten, tıpta reçete yazmak [derinleşmek?], çeşitli müzik aletlerini çalmak isteyen ve doğa bilimlerinde yahut matematikte en azından bazı beceriler gerektirecek diğer eylem ve icraatlarla ilgilenen pek fazla kişi yok. Tüm bunlar yalnızca pratik, uzun alışkanlık ve gelenek ile öğrenilirse de çoğunlukla hafızanın gücü ve yaratıcılığın sürati ile desteklenir. Bu insanların kesinlikle çok incelikli ve ustaca olan doğal bölümleri [yaratılışları?] ve yeteneklerine hiçbir itirazda bulunulamaz; onları yetiştirmek ve geliştirmek için zaman, uygulama/tatbik ve cesarete ihtiyaç vardır” (Shaw, 1808, 356-357).

Tıp

“Araplar hemen her basit yarayı ve kurşun yaralarını etkilenen bölüme kaynar sıcaklıkta taze tereyağı dökerek tedavi etmeye çalışıyor. Ve ben bu yöntemle pek çok kişinin iyileştirildiğine dair bilgilendirildim” (Shaw, 1808, 360).

“Lavman, sıklıkla ihtiyaç duyulacak olan temel malzemelerinin bu ülkelerde kolaylıkla temin edilemeyeceğinden yahut hassas kullanım gerekliliğinin ihlalinden ötürü pek fazla bilinmez ve kullanılmaz. Şiddetli bir baş ağrısından mustarip bir Türk beyefendisi hakkındaki şu gözlem bu mesele hakkında yerinde olacaktır. O dönemde Cezayir’de olan bir İngiliz doktora başvurmuş ve doktor da lavman yapılmasını söylemiş, bunu şiddetle reddeden hasta, kafa gibi çok asil bir organın kuyruk/kıç gibi en aşağılık ve arasında büyük bir mesafe olan bir organ tarafından düzeltilebileceğini/tedavi edilebileceğini düşünen İngiliz doktorumuzun cehaletine karşı adamakıllı haykırmış” (Shaw, 1808, 360).

Günlük yaşam ve alışkanlıklar

Türkler ve Mağripliler, erken kalkarlar ve gün doğmadan çorbalarını içerler; Müezzinleri (çığırtkanları) camilerin tepelerinden onları üç kez “namaza gelin, namaz uykudan daha hayırlıdır” diye çağırdığında toplu/cemaatle namaza katılmak için mütemadiyen mescide giderler… -Kendilerinin deyimiyle- bu kısa ama önemli görevi yerine getirdikten sonra ve hava aydınlanır aydınlanmaz erkekler, şahsi ticaretlerine ve mesleklerine dönerler, ta ki sabah ondaki mutat yemek saatine kadar. Bundan sonra tekrar işlerinin başına dönerler, ta ki tüm işlerin sonlandırıldığı ve dükkanlarının kapatıldığı ikindi namazına kadar. Akşam namazını genellikle akşam yemeği izler. Ve ayinleri (namazları) güneşin batışında tekrarlanır (yatsı namazı) ve ardından hemen dinlenmeye çekilirler. Toplu/cemaat namazının aralarında kalan bu vakitlerde veya herhangi bir iş/ticaret yapılmayacaksa, daha büyük ve daha yaşlı insanlar sık sık tesbihlerini çekmeye başlarlar. Her seferinde Staffar-allah [Estağfirullah]’ı tekrar ederler… Fazla dindar olmayanlar günlerini “haffef” (berber) dükkanlarında sohbet ile, pazarda yahut kahvehanelerde kahve ve şerbet içip satranç oynamakla geçirirler. Satrançta çok maharetlidirler ve bazen o kadar iyi eşleşirler ki aynı oyunu günlerce devam ettirirler. Kazanan, adet olduğu üzere sarığına taktığı tüy ile birlikte son derece memnundur, tıpkı bizim kumarbazlarımızın büyük bir meblağ kazandıklarında oldukları gibi. Fakat pek çok Türk ve Endülüslü genç ile evli olmayan askerlerin azımsanmayacak bir kısmı da vardır ki, cariyelerini yanlarına alıp şarap ve müzik eşliğinde kırsal alanlara gider yahut meyhanelerde kendilerini eğlendirirler ki bu dinleri tarafından açıkça yasaklanmış bir uygulamadır, ancak zamanın zorlaması ve suçu işleyenlerin dizginlenemez tutkuları, hükümetleri bunu görmezden gelmek zorunda bırakır” (Shaw, 1808, 419-421).

“Arap’ın düzenli bir ticareti yahut işi yoktur. Hayatı, tembellik ve oyalanma etrafında döner durur. Herhangi bir meşgale yahut av partisi onu dışarı çağırmadığı müddetçe, koca gün hiçbir şey yapmadan evde durur, boş dolanır ve borusunu tüttürür ya da civardaki bir gölgelikte uzanır. Ev eğlencelerinden hiç zevk almaz ve karısıyla sohbet etmesi veya çocuklarıyla oynaması nadiren bilinir. Her şeyden önemlisi onun atıdır. Nadiren memnun ya da keyiflidir ve en keyifli olduğu anlar da son sürat atını sürdüğü ya da avlandığı zamanlardır” (Shaw, 1808, 421-422).

“Araplar ve aslında genel olarak doğu ulusları bu uygulamalarda [binicilik ve avcılık]çok marifetlidirler. Kahire’de at üstünde ve on altı karış yukarda[bir deyim olsa gerek]son sürat giderken yerden kendileri yahut bir rakiplerinin düşürdüğü ciriti alabilen pek çok kişi gördüm. Yabani bir domuzu çabucak avlayamayan çok az kişi var…” (Shaw, 1808, 422)

“Araplar, bizim kutsal metinler kadar pagan tarihlerde de okumuş olduğumuz pek çok adet ve geleneklerini muhafaza ediyorlar. Dinlerini hariç tutacak olursak, iki-üç bin yıl önce nasıl insanlarsa hala öyleler. Türk ve Mağribîler arasında pek çok  dönem ve devrim geçiren kıyafet ve davranış konusundaki yenilikler onları ele geçirmemiş” (Shaw, 1808, 426).

“Alt kademedekiler üsttekilerin ayağını, dizini yahut kıyafetini öpüyorlar. Çocuklarınsa sadece başını öpüyorlar. Bayramlarda ve diğerlerinde seremonilerde kadın kocasının elini öperek ona iltifatta bulunur. Bizim adi işler olarak göreceğimiz işlerle meşgul olmanın buradaki yüksek tabakadan insanlar için utanç verici bir tarafı yoktur” (Shaw, 1808, 427).

“Mağribîlerin Nijer Nehri kıyılarında yaşayan bazı barbar milletlerle olan ticareti dikkate değerdir. Birbirlerini hiç görmeden ve çok eski tarihlerde vardıkları ticaret anlaşmasını bir kez dahi olsa ihlal etmeden bu ticareti sürdürürler. Yöntem şu şekildedir: Yılın belirli bir zamanında (yanılmıyorsam kışın), mercan ve cam boncuklar, boynuz bilezikleri, bıçaklar, makaslar ve bu tarz ıvır zıvır (inci boncuk) taşıyan sayısız kervan ile bu yolculuğa çıkarlar. Belirlenen yere ulaştıklarında akşam vakti, belli mesafelerde kümelenmiş altın tozları bulurlar. Bunlara karşılık geleceğine hükmettikleri kadar ıvır zıvırı civara yerleştirirler. Ertesi sabah eğer Nigritian’lar teklifi uygun görürlerse ıvır zıvırı alıp altın tozlarını bırakırlar. Az bulurlarsa altın tozlarından bir miktarı da kesinti yaparlar. Ve bu şekilde, birbirlerini görmeksizin, ya da her iki tarafta sahtekârlığın ya da sadakatsizliğin en ufak örneği olmaksızın değişimlerini gerçekleştirirler” (Shaw, 1808, 430).

Batıl İnançlar

“Dünyadaki hiçbir ulus, Araplar ya da genel olarak Muhammedîler kadar batıl inançlara düşkün/bağımlı değildir… Kur’an’dan bazı bölümleri, büyü ve sihirden korunmak, hastalık ve felaketlerden muhafaza için göğüslerinde yahut şapkalarının iç kısımlarına dikilmiş olarak taşırlar. Hatta bunları sığırları, atları ve diğer yük hayvanlarının boyunlarına dahi asarlar…” (Shaw, 1808, 436-438).

“…efsuncu ve büyücülere büyük bir inanç ve güven duyarlar. Ve bazı olağandışı olaylarda, özellikle de daha uzun süren sıkıntı/hastalıklarda, pek çok batıl töreni kullanırlar, örneğin; bir horoz, koyun ya da keçi kurban edip bütün leşi/kadavrayı toprağa gömmek, kanından bir miktar içmek, ya da tüylerini yakmak veya yaymak gibi.  Çünkü bu ülkenin dört bir yanındaki hâkim bir görüşe göre, birçok kötülük/hastalık/suç, melekler ve şeytanlar arasındaki bir varlık sınıfı olan cinlerden kaynaklanmaktadır. Bizim atalarımızın perileri gibi… bunlar da, kurbağalar, solucanlar ve bunun gibi, her daim karşımıza çıkan ve bizim tarafımızdan zarar verilip rahatsız edilmeye müsait küçük hayvanların bedenlerine girerler. Bir kimse sakatlandığı yahut hastalandığı zaman bu canlılardan birini veya diğerini daha önce incitmiş olduğunu düşünür” (Shaw, 1808, 436-438).

Shaw, Thomas, Travels, or Observations, Relating to Several Parts of Barbary and The Levant, Edinburgh 1808.

St. John, James Augustus, The Lives of Celebrated Travellers, New York 1838.

Share.

Yazar Hakkında

Yazma Eser Uzmanı, Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi Müdürü, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde lisans eğitimini tamamladı. “Cebeciler Kethüdâsı Esirî Hasan Ağa’nın Osmanlı Askerî Teşkilatına Dair Görüşleri” adlı yüksek lisans tezini İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 2013 yılında başarıyla sundu. Hâlihazırda İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler anabilim dalında Prof. Dr. Ahmet Kavas’ın danışmanlığında doktorasına devam etmektedir. Afrika Araştırmacıları Derneği (AFAM) kurucu üyesidir.

Yorum Yap